bannerbannerbanner
Aylak bir adamdan aylak düşünceler
Aylak bir adamdan aylak düşünceler

Полная версия

Aylak bir adamdan aylak düşünceler

текст

0

0
Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 3

Kendi cinslerinin onlara gösterdiği gibi biz de kadınları, bizi yukarı çağıran ancak yok olmamıza sebep olan iyi melekler, Lorelei’ler7 olarak görüyoruz. İyilik için de, kötülük için de hayal ettiklerinden daha fazla güce sahipler. Bir adam tam da karakterinin oluştuğu yaşta aşka rastlar ve işte o zaman sevdiği kız onu yapabilir veya bozabilir. İyi de olsa, kötü de olsa erkek bilinçsizce kendisini seven kişinin, onu kabul edebileceği şekle sokar. Kadınların bu etkilerini her zaman en iyisi için kullanmadıklarını düşündüğümü söyleme kabalığını göstereceğim için üzgünüm. Kadın dünyası çok sık bir şekilde basmakalıp sınırlamalar ekseninde sıkı sıkıya bağlanıyor. İdeal kahramanları az şeye sahip bir prens ve öyle olabilmek için birçokları aşkın büyüsüyle sağlam akıllarını kaçırır ve “hayata ve kullanıma, nama ve üne kapalı olurlar”.

Ve yine de siz kadınlar isterseniz bizi çok daha iyi yapabilirsiniz. ’Bu dünyayı Cennet gibi bir yere çevirmek tüm o vaizlerden çok size düşüyor. Kahramanlık ölmedi; o yalnızca yapılacak iş bulana kadar uyuyor. Onu asil görevlere uyandıracak olan sizlersiniz. Sizler şövalyelerden gelecek tapınmaya layık olmalısınız.

Siz, bizlerden daha üstün olmalısınız. Kızıl Haç Şövalyesi, Una için savaşa katılmıştır. Hiçbir boyalı, edalı saray kadını ejder tarafından doğranmasın diye… Ah, hanımlar, yüzde olduğu kadar akılda ve ruhta da zarif olun; olun ki cesur şövalyeler uğrunuza zafer kazanabilsinler! Ah, Kadın; bencillik, küstahlık ve gösteriş pelerinini fırlatıp at! Basit saflığının asil giysisinde bir kez daha kraliçe olarak öne çık. Şimdi onursuz bir üşengeçlik içindeki binlerce kılıç senin onurun için kınından çıkıp savaşa katılacaktır. Binlerce Sir Roland mızrağını hazırlayacak; Korku, Para Hırsı, Zevk ve Açgözlülük senin işaretinle toz duman olacaktır.

Âşık olduğumuz günlerde hangi asil işler için hazır olmadığımız söylenebilir ki? Onun uğruna ne asil hayatlar yaşamazdık ki? Aşkımız, uğruna ölebileceğimiz bir dindi. Delicesine âşık olduğumuz kişi, bizler gibi sıradan bir insan evladı değildi. Egemenliğini kabul ettiğimiz bir kraliçe, taptığımız bir tanrıçaydı.

Hem de nasıl çılgınlar gibi tapardık! Ve ne kadar da tatlıydı tapmak! Ah, delikanlı, hâlâ devam ediyorken, aşkın erkence gördüğün rüyasının değerini bil! Sen de yakında küçük Tom Moore’un hayatta daha tatlı ikinci bir şeyin olmadığını söylediği şarkısında ne kadar haklı olduğunu öğreneceksin. Istıraba neden olduğunda bile hoyrat, romantik bir ıstıraptır söz konusu olan; acılardan sonra gelen sıkıcı, dünyevi ıstıraplardan değil. Onu kaybettiğinde, ışık hayatından çekip gittiğinde dünya, önüne uzun, karanlık bir korku serer ama o zaman bile çaresizliğinde bir miktar büyülenme gizlidir.

Hem kim korkularını riske atıp sevinçlerini kazanmak istemez ki? Ah, ne büyük sevinçlerdi onlar ama! Sırf hatırlaması bile insanı titretiyor. Ona onu sevdiğini, onun için yaşadığını, onun için öleceğini söylemek ne kadar da hoş bir şeydi! Emin olayım diye nasıl da kafayı yer, ne ölçüsüz saçmalık selleri yağdırırdın ve ah, onun sana inanmıyormuş gibi yapması ne kadar zalimce gelirdi! Onun için nasıl da dehşete kapılırdın! Onun kalbini kırdığında ne kadar acınası bir hale gelirdin! Ama yine de onun tarafından rencide edilmek ve suçunun ne olduğuna dair en ufak bir fikrin olmadığı halde af dilemek ne kadar güzeldi. O seni hiçe saydığında ne kadar da karanlıktı dünya. Ve sık sık da yapardı bunu küçük muzip, sırf seni perişan bir halde görmek için. Hava ne kadar güneşli olurdu o gülümsediğinde! Onu hayatındaki herkesten nasıl da kıskanırdın! El sıkıştığı bütün adamlardan, öptüğü bütün kadınlardan, saçını yapan nedimeden, ayakkabısını boyayan çocuktan, beslediği köpekten nasıl nefret ederdin; ama son söylediğime saygı duymak zorundaydın! Onu görmeyi nasıl iple çeker, onu gördüğünde ne kadar salak görünürdün; tek kelime etmeden ona bakakalırdın! Kendini eninde sonunda onun penceresinin karşısında bulmadan ister gündüz olsun, ister gece olsun dışarı çıkmak ne kadar da imkansızdı senin için! İçeri girecek cesaretin olmazdı ama köşede bekler ve dışarıyı gözetlerdin. Ah, keşke ev alev alsaydı da (sigortalıydı, sorun olmazdı) içeri koşup kendi hayatını riske atarak onu kurtarsaydın. Korkunç şekilde yanar ve yaralanırdın ama yaptığın her şey ona hizmet etmek içindi. Küçücük şeylerde bile bu çok hoşuna giderdi. Nasıl da bir Spanyel köpeği gibi onu izler, en ufak dileğini yerine getirmek için beklerdin! Onun buyruğunu yerine getirmekten ne de çok gurur duyardın! Onun sana emir vermesi ne kadar da nefisti! Tüm hayatını ona adamak ve bir an için bile kendini düşünmemek çok basit bir şey gibi görünürdü. Hiç tatil yapmadan onun mabedine bir ikramda bulunur, onun sırf ikramını kabul etmesiyle birlikte aradığın karşılıktan fazlasını bulduğunu hissederdin. Dokunuşuyla kutsadığı her şey ne kadar da değerliydi senin için: küçük eldiveni, taktığı kurdele, saçına yerleştirdiği gül… Ve onun kurumuş yaprakları hâlâ, şimdi senin bakmaya kıyamadığın o şiirleri süslüyor.

Hem ne kadar da güzeldi, ne baş döndürücü bir güzellikti o! Sanki odaya bir melek giriyordu; diğer her şey sıradan ve dünyevi bir hâl alırdı. Kendisine dokunulmasından çok korkardı. Ona bakmak, neredeyse haddini aşmak anlamına gelirdi. Bir katedralde gülünç şarkılar söylerken onu öpmeyi düşünürdün. Diz çöküp ürkekçe o zarif küçük eli dudaklarına yaklaştırmak bile başlı başına bir saygısızlık örneğiydi.

Ah, o aptal günler; ah, o bencil olmayıp saf bir zihne sahip olduğumuz, basit yüreklerimizin gerçeklerle, inançla ve hürmetle dolu olduğu aptal günler! Ah, o asil özlemler ve asil çabalarla dolu aptal günler! Ve ah, şimdi paranın, peşinde koşulmaya değer tek ödül olduğunu bildiğimiz, cimrilik ve yalanlar dışında hiçbir şeye inanmadığımız, kendimiz hariç hiçbir canlı yaratığa değer vermediğimiz bilgili, zeki günler!

Kederli Olmak Üzerine

Melankolik hissetmekten tat alabiliyorum ve tamamen bedbaht hissetmekten de oldukça memnun kalabiliyorum ama hiç kimse kederli olmaktan hoşlanmaz. Yine de herkesin, nedenini bilemese de, kederli olduğu zamanlar vardır. Açıklaması yoktur. Yeni ipek şemsiyeni trende unuttuğunda kederli hissedebileceğin gibi, büyük bir servet kazandıktan sonraki gün de aynı hisleri yaşayabilirsin. Üzerindeki etkisi; diş ağrısı, hazımsızlık ve baş nezlesinin aynı anda saldırmasıyla hemen hemen eşdeğerdir. Aptallaşır, huzursuzlanır ve asabi olursun; yabancılara karşı kaba, arkadaşlarına karşı tehlikeli olursun. Sakar, ağlak ve geçimsizsindir. Kendin ve çevrendeki herkes için sıkıntı kaynağı olursun.

Kederliyken hiçbir şey yapamaz, hiçbir şey düşünemezsin ama bir şeyler yapman gerektiğini hissediyorsundur. Bir yerde sabit kalamaz, şapkanı takıp yürüyüşe çıkarsın ancak sokağın köşesine gelmeden, dışarı çıkmamış olmayı diler ve geri dönersin. Çıkarıp kitap okumayı denersin ama Shakespeare’i eski ve sıradan bulursun. Dickens sıkıcı ve dümdüz ilerleyen bir üsluba sahiptir; Thackeray bunaltıcı, Carlyle ise aşırı duygusaldır. Kitabı bir yana fırlatır, yazara söylenirsin. Sonra kediyi odadan kovar, arkasından kapıyı tekmeleyip kaparsın. Mektup yazmayı düşünürsün ama on beş dakika boyunca “Sevgili Halacığım, Beş dakikalık boş zamanım olduğunu fark ettim ve hemen sana yazmak istedim,” kısmında takılı kalıp başka nasıl bir cümle yazabileceğini bulamadığını fark edince kağıdı masanın üstüne bırakıp mürekkepli kalemi masa örtüsünün üzerinde yuvarlar ve Thompson’ları görmeye karar verirsin. Ancak eldivenlerini takarken Thompson’ların birer ahmak olduğunu, hiç akşam yemeği yemediklerini anımsar ve senden bebekle ilgilenmeni bekleyeceklerini düşünürsün. Thompson’lara küfreder ve gitmemeye karar verirsin.

O sırada kendini tamamen ezilmiş hissedersin. Yüzünü avuçlarına gömer, ölüp cennete gitmek istediğini düşünürsün. Kendi hasta yatağını gözünün önüne getirirsin; bütün arkadaşların ve akrabaların etrafını sarmış, ağlıyorlardır. Hepsi, özellikle de genç ve güzel olanlar için dua edersin. Ölüp gittiğinde sana değer vereceklerdir; kendine böyle dersin. Ne kaybettiklerini çok geç öğreneceklerdir ve sen de acı acı onların o zaman sana duyacaklarını farz ettiğin saygıyı, şimdiki şüphe uyandırmayan hürmetleriyle kıyaslarsın.

Bu hayaller kendini biraz daha mutlu hissetmeni sağlar ama sadece kısa bir süreliğine, çünkü biraz sonra, başına gelebilecek herhangi bir şey için herhangi birinin üzüleceğini hayal etmenin ne kadar aptalca bir şey olduğunu düşünürsün. Havaya uçman, asılman ya da evlenmen, bayılman kimin umurunda olurdu ki? Hiç kimsenin umurunda değilsindir. Hiçbir zaman adabınca takdir edilmemiş, hiç hak ettiğin saygıyı görememiştin zaten. Geçmiş yaşantının tamamını gözden geçirirsin ve beşikten çıktığın andan itibaren kötü muamelelere maruz kaldığın can yakıcı şekilde açığa çıkar.

Yarım saat bu düşüncelere dalman, seni herkese ve her şeye karşı vahşi bir öfke nöbetine sokar; özellikle de sadece anatomik nedenlerden dolayı tekmeleyemediğin kendine karşı. Sonunda uyku vakti, seni fevri bir şey yapmaktan alıkoymak için gelir ve üst kata çıkıp üzerindekileri çıkarıp odanın her yerine, dağınık duracak şekilde atarsın. Sonra mumu söndürürsün ve sanki daha önce ağır bir bahse girmiş de artık bahsin süresi dolmuş gibi kendini yatağa atarsın. Yatakta birkaç saat bir o yana bir bu yana döner, monotonluğu üzerinden atmak için de arada bir yataktan çıkıp kıyafetlerini tekrar giyersin. Sonunda huzursuz ve aralıklı bir uykuya dalar, kötü rüyalar görür ve ertesi sabah geç kalkarsın.

En azından biz zavallı bekar erkeklerin bu şartlar altında yapabileceği bu kadardır. Evli erkekler eşlerine çatar, akşam yemekte söylenir ve çocukların yatağa gitmesi için diretirler. Tüm bunlar ev ortamında fazlaca huzursuzluk yaratsa da kederli hisseden bir adama büyük huzur verir. Ne de olsa kavgalar, ilgi duyabileceği tek eğlence kaynaklarıdır.

İlletin bulguları her koşulda aynıdır ancak illetin kendisi çeşitli şekillerde zuhur edebilir. Şair, “üstüne bir mutsuzluğun çöktüğünü” söyler. Arry, Jimee’ye tutarsız yüreğinin iniş çıkışlarını “geçici aksilikler” olarak adlandırdığını belirtir. Kardeşin, bu gece ne problemi olduğunu bilmiyordur. Toptan keyifsiz hissediyor ve başına bir şeyin gelmemesini umuyordur. Her gün genç hisseden adam “seninle görüştüğü için aşırı sevinçlidir”, çünkü “bu gece kendini fazlasıyla perişan hissediyordur.” Bana gelince, genelde “bu gece içimde tuhaf, ne idüğü belirsiz bir his var,” der ve “dışarı çıksam iyi olur,” diye söylenirim.

Bu arada, bu his akşam vakti hariç hiçbir zaman uğramaz. Güneş açmışken, dünya hayat dolu biçimde dönerken iç çekip surat asamayız. Çalışma gününün uğultusu, küçük perilerin kulağımıza fısıldadığı düşük tonlu besteyi boğar adeta. Gün içinde sinirli, hayal kırıklığına uğramış veya içerlemiş bir haldeyizdir ama asla “kederli” ve melankolik değilizdir. İşler sabah saat 10’da ters gittiğinde biz, daha doğrusu sen, küfreder, mobilyaları devirirsin ama talihsizlik akşam 10’da kapıyı çalarsa, şiir okur ya da karanlıkta oturup dünyanın ne kadar boş olduğunu düşünürüz.

Ama genelde bizi melankolik yapan, bela değildir. Gerçeklik, duygusallığa izin vermeyecek kadar acımasızdır. Bir resme ağlar dururuz ama orijinalinden çabucak gözlerimizi kaçırmalıyızdır. Gerçek acıda dokunaklı bir yan, gerçek tasada lüks bir nokta yoktur. Keskin kılıçlarla oyun oynamaz, kemirgen bir tilkiyi mıncıklamayı seçmeyiz. Bir adam ya da kadın bir üzüntüye saplanıp kalır da onu hafızasında canlı tutmaya gayret ederse, onun artık bir acı olmadığına emin olabilirsin. Başlarda ondan ne kadar acı çekmiş olurlarsa olsunlar, hatırlanan şey artık bir zevk haline gelmiştir. Her gün lavanta kokulu çekmecelerde duran küçük ayakkabılara bakıp onlarla tıpış tıpış yürümüş minik ayakları düşünen bir sürü değerli yaşlı hanım ve her gece yastıklarının altında, tuzlu suların yuttuğu bir erkeğin başından aşağı kıvrılan saçları saklayan güzel yüzlü genç hanımlar benim iğrenç, alaycı bir canavar olduğumu ve saçmaladığımı söyleyeceklerdir ancak yine de inanıyorum ki kendilerine dürüst bir şekilde hâlâ üzüntülerine takılıp kalmayı tatsız bulup bulmadıklarını sorarlarsa cevabın “hayır” olduğunu göreceklerdir. Kimi ruhlar için gözyaşları da kahkahalar kadar tatlıdır. Eski tarihçi Froissart’tan tanıdığımız, dillere destan İngiliz erkeği zevklerini üzüntüyle kabul ederken İngiliz kadını bir adım öteye gidip zevklerini doğrudan üzüntüden alır.

Dalga geçmiyorum. Bu zorlu, yaşlı dünyada kalpleri yumuşak tutmaya yardımcı olan hiçbir şeyle, bir an olsun dalga geçmem. Biz erkekler herkese yetecek kadar soğuk ve akılcıyız zaten; kadınlar da aynı olsun istemeyiz. Hayır, hayır, sevgili bayanlar, her zaman duygusal ve yufka yürekli olun. Bizim işlenmemiş, kuru ekmeğimizin yumuşatıcı tereyağı olun. Hem ne de olsa, bizim için eğlence neyse, kadınlar için de duygular odur. Bizim mizah anlayışımızı sevmiyorlar; öyleyse onların kederlenme haklarını ellerinden almak elbette ki adil olmaz. Hem kim onların eğlence tarzlarının bizimki kadar hassas olmadığını iddia edebilir ki? Ne diye gülmekten yerlere yatmış bir bedenin; buruşuk, mor bir suratın ve çıkardığı kulak tırmalayan seslerle açık bir ağzın küçük, beyaz bir ele dayanmış; düşünceli bir surattan ve nazik, akıtacak yaşı kalmamış, kaybolan bir geçmişten Zaman’ın karanlık sokağına bakan bir çift gözden daha akılcı bir mutluluğa işaret ettiğini varsayıyoruz ki?

Pişmanlık’la arkadaş olup yüründüğünü gördüğümde mutlu olurum. O zaman mutlu olurum, çünkü bilirim ki yaşlardaki tuz akıp gitmiş ve şiddet, biz bir daha onun solgun dudaklarını kendimizinkilere değdiririz diye Hüznün güzel yüzünden koparılıp alınmıştır. Zaman iyileştirici elini yaranın üzerine değdirmiştir; artık bizi bir zamanlar bayıltmış acıya tekrar dönüp bakabiliriz. Acı veya umutsuzluk yükselmez artık yüreğimizden. Geçmiş belalarımıza karşı artık yalnızca eski şövalye yürekli Albay Newcome’ın yoklama alınırken “buralarda” dediğindeki veya Tom ve Maggie Tulliver’ın onları ayıran sisler arasından ellerini kenetlemeleri ve birbirine kilitli ellerin, Floss’un kabarık sularının altına doğru gidişindeki mutluluk ve hüznün tatlı karışımını hissederiz. Yük artık ağır değildir.

Zavallı Tom ve Maggie Tulliver’dan bahsedince aklıma George Eliot’ın bu melankoli konusuyla ilintili bir sözü gelir. Bir yerde, “bir yaz akşamının hüznünden” bahseder. Ne kadar da doğrudur bu gözlem – tıpkı o muhteşem kalemden gelen diğer her şey gibi! Kim o ağır ağır gözden kaybolan günbatımlarındaki kederli büyüyü hissetmemiştir? Dünya, gün ışığını sevmeyen; düşünceli, çukur gözlü bir genç kıza, Melankoli’ye aittir. “Işık koyulaşana ve karga kayalık ormana kanat çırpana kadar” ormandan bir şey çalmaz. Sarayı alacakaranlık diyarındadır. Bizimle orada buluşur. Gölgeli kapısında elimizi kendi avcunun arasına alır ve mistik krallığı boyunca yanımızda yürür. Şeklini şemalini görmeyiz ama kanat çırpışını duyar gibi oluruz.

Çalışması bitmeyen can sıkıcı şehirde bile ruhu gelir bize. Her bir uzun, donuk sokağa karamsar bir hava hakimdir ve karanlık nehir, hayalet gibi siyah kemerler altından, sanki çamurlu sularında bir tür sır taşırmış gibi, süzülür.

Sessiz kırda ağaçlar ve çitler uzakta belirip, yükselen gece görüntüsünde bulanıklaşınca, yarasanın kanadı yüzümüzde pır pır edince ve bıldırcın kılavuzunun ötüşü hüzünlü şekilde tarlalar boyu yankılanınca büyü yüreğimize daha derin saplanır. O saatte görünmez bir ölüm yatağının başında duruyor gibi oluruz ve karaağaçların sallanışında ölen günün iç çekişini duyarız.

Vakur bir hüzün hüküm sürer. Etrafımızda muhteşem bir dinginlik vardır. Çalıştığımız günün dertleri küçülür ve önemsiz bir hâl alır ve peynir ekmek, hatta öpücükler bile, uğruna çaba sarf etmeyi hak edecek yegâne şeyler gibi görünmez gözümüze. Konuşamadığımız ama sadece duyduğumuz düşünceler sel olup üzerimize hücum eder ve dünyanın kararan kubbesi altındaki durağanlıkta bekleyen bizler de önemsiz hayatlarımızdan daha fazlası olduğumuzu hissederiz. O kapkara perdelerle çevrelenmiş dünya artık sönük bir işyeri değil, insanoğlunun içerisinde ibadet edebileceği ihtişamlı bir tapınaktır ve elleri burada, bu loşlukta zaman zaman Tanrı’nınkilerle buluşur.

Beş Parasız Olmak Üzerine

Fevkalade bir şeydir. Zekice hazırlanmış ve orijinal bir şey yazma niyetiyle oturdum ama zekice hazırlanmış ve orijinal bir şey bulamadım – en azından şu an için. Şu an düşünebildiğim tek şey, beş parasız olmak. Sanırım ellerimin ceplerimde olması bana bunu düşündürdü. Kız kardeşlerim, kuzenlerim veya halalarımla oturmadığım sürece daima ellerim ceplerimde olur. Onlarlayken öyle büyük bir arbede çıkarırlar (pardon, “ikna edici şekilde uyarırlar” demeliydim) ki pes edip onları çıkarmam gerekir – ellerimi yani. Karşı çıkmalarının nedeni, hiç centilmence olmamasıymış. Nedenini anlayabilirsem asın beni! (Özellikle başka insanların yanında) ellerini başkalarının ceplerine sokmanın centilmence olmayışını anlayabilirim ama söyleyin bana sizi titiz insanlar, bir erkeğin kendi ellerini kendi cebine koyması nasıl onu daha az centilmen kılar? Ama belki de haklısınızdır. Şimdi hatırlıyorum da bazı insanların elleri ceplerindeyken homurdandığını söylemişlerdi. Ama onların geneli, yaşlı beyefendilerdi. Biz gençler genel olarak, ellerimiz ceplerimizde değilse, hiç rahat hissetmiyoruzdur. Tuhaf ve dalavereciyizdir. Bizler bir operakomiğinin opera şapkası olmayan haliyizdir ki öyle bir şey hayal edilebilirse! Ama ellerimizi, pantolonumuzun ceplerine koymamıza izin verip de sağ cepte biraz bozuk para, solda da birkaç anahtar olmasında sakınca görmezseniz hanım bir postane tezgahtarıyla yüzleşebiliriz!

Ellerinizde hiçbir şey yokken cebinizde bile olsalar onlarla ne yapacağınızı bilmek biraz zordur. Yıllar önce sermayem ara sıra “ocağına incir ağacı dikilmiş” denilecek seviyeye geldiğinde sırf bozuklukları alıp şıngırdatabilmek için bana mısın demeden her bir penisini harcardım. Cebinde on bir peni varken bir şilinin olduğu zamanki kadar beş parasız hissetmiyorsun kendini. Biz “üstün halk” tarafından alaya alınan o züğürt gençlerinden biri olsaydım, bir penimi, iki yarım peniye değişirdim.

Beş parasız olmak konusunda otorite sahibi olduğumu söyleyebilirim. Taşradan gelme bir aktör oldum denebilir. Daha fazla delile ihtiyaç varsa, ki sanmıyorum, “basınla bağlantısı olan bir beyefendi” olduğumu ekleyebilirim. Haftada on beş şilinle geçindiğim olmuştur. Haftada on şilinle geçindiğim olmuştur; beşini borçlanmışımdır. İki hafta için de bir paltoyla geçindiğim olmuştur.

Ciddi anlamda beş parasız olmanın ülke ekonomisinin içyüzünü anlamaya yardımcı olması gerçekten de muhteşem bir şey. Paranın değerini öğrenmek istersen haftada on beş şilinle geçin ve gör bak kıyafetler ve eğlence için ne kadar para ayırabiliyorsun. Göreceksin ki çeyrek peni para üstü almak, bir peniyi muhafaza edebilmek adına bir buçuk kilometre yürümek önemli bir şey; bir bardak bira, sadece seyrek aralıklarla tadılabilecek bir lükstür ve tek bir yakalık da dört gün üst üste giyilebilir.

Evlenmeden hemen öncesinde bir dene bunu bakalım. Güzel bir deneyim olur. Oğlun veya varisin üniversiteye gitmeden önce bir denesin. Yılda yüzlük cep harçlığına laf etmez o zaman. Bazı insanların çok işini görür o para. Bin sekiz yüz doksan dört senesinden sonra üretilmiş kırmızı şarap içmeyen ve sade kızarmış koyun etindense kedi eti yemeyi tercih eden o narin çiçekleri de biliyorum. Bu zavallılarla zaman zaman karşılaşıyoruz ama çok şükür ki bunlar esasen sadece bayan yazarlarca bilinen o korkunç ve müthiş toplulukla sınırlılar. Bu insanlığın yararına! Ben bu yaratıkların hiçbir zaman menüyü tartıştıklarını duymuyorum ama kendilerini şehrin doğusundaki basit bir birahaneye götürüp boğazlarından aşağı ucuz, altı penilik bir akşam yemeği sokmak istiyorum: biftek, dört peni; patates, bir peni; yarım litre bira; bir peni. O anı (ki bira, tütün ve kızarmış domuzun karışan kokusu genelde canlı bir izlenim bırakıyor) belki gelecekte önlerine konan şeylere burun kıvırmalarını biraz azaltır. Bir de dilencinin dua ettiği şu cömert grup var; para üstü konusunda bonkör olan ama hiçbir zaman borçlarını ödemeyi düşünmeyenler… Onlara bile bu plan biraz sağduyu kazandırabilir. “Her zaman garsona bir şilin bırakıyorum. Daha az da verilmez ki…” demişti geçen gün Regent Sokağı’nda öğle yemeği yediğim genç hükümet görevlisi. On bir buçuk peni vermenin muazzam imkansızlığı konusunda ona katıldığımı söyledim ama aynı zamanda bir gün onu tuzağa düşürüp Covent Garden yakınlarındaki bir lokantaya götürmeyi de aklıma koymadım değil. Orada garson ayın sonuna doğru, görevini daha iyi yerine getirebilmek için sadece gömleğiyle hizmette bulunur ki o gömlekler bayağı kirlidir. O garsonu tanıyorum. Arkadaşım ona bir peniden fazlasını verirse adam saygısının bir göstergesi olarak o anda orada kendisiyle el sıkışmakta ısrar edecektir; bundan eminim. Meteliksiz olmak konusunda söylenmiş ve yazılmış bir sürü komik şey var ama gerçeklik komik değil. Peniler için pazarlık yapmak zorunda kalmak hiç de komik değil. Sefil ve pinti olduğunun düşünülmesi komik değil. Kirli pasaklı olmak ve adresinden utanmak hiç komik değil. Hayır, yoksulluğun komik hiçbir yanı yok – yoksul olan için. O, hassas bir adam için yeryüzündeki cehennemdir. Herkül’ün yaptıklarını yapabilecek birçok cesur beyefendinin kalbi, yoksulluğun aşağılık sefaletinden kırılmıştır.

Katlanılması zor olan şeyler, rahatsızlıkların kendileri değil. Hepsi o olduğu sürece kim biraz maddi sıkıntıyı dert eder ki? Robinson Crusoe pantolonundaki yamayı umursar mıydı? Pantolon giyiyor muydu? Unuttum. Yoksa pandomimlerde yaptığı gibi mi dolaşıyordu? Ayak parmaklarının çizmelerinden dışarı fırlamasını umursar mıydı? Hem onu yağmurdan koruduğu sürece şemsiyesi pamuktan olsa ne olurdu ki? Kirli pasaklı oluşu canını sıkmıyordu; hiçbir arkadaşı ona dudak bükmek için orada değildi ne de olsa.

Fakir olmak önemsizdir. Esas can acıtan, fakir olduğunun bilinmesidir. Paltosu olmayan bir adamı çabuk çabuk koşturan şey, soğuk değildir. İnanmayacağını bile bile sana paltoların sağlıksız olduğunu düşündüğü yalanını söylemesi ve asla şemsiye taşımamayı prensip haline getirmesidir sadece yüzünü kızartan. Yoksulluğun bir suç olmadığını söylemek kolaydır. Hayır, öyle olsaydı insanlar ondan utanç duymazdı. Ama bir soygundur ve bu yüzden de cezalandırılır. Fakir bir adam dünyanın her yerinde hor görülür; bir lord tarafından olduğu kadar bir Hristiyan tarafından, bir uşak tarafından olduğu kadar bir demagog tarafından hor görülür ve mürekkep yalamış gençler için yazılmış müsvedde defterinden çıkan özdeyişlerin çoğu da yoksul birine saygı duymayı öğütlemez. İnsanın düşüncesinde görünüş her şeydir; Piccadilly’de iyi giyimli olması koşuluyla Londra’nın en belalı, en yaramazıyla kol kola yürüyen bir adam arka sokaklardan birine girip pejmürde görünümlü bir beye birkaç söz söylemeden duramaz. O pejmürde görünümlü bey de durumu herkesten daha iyi bildiği gibi, tanıdık birine rastlamamak için yolu uzatmaya razıdır. Onu hali vakti yerindeyken tanıyanlar da hiç yüzlerini başka yöne çevirmeye tenezzül etmezler zaten. Pejmürde görünümlü bey, görülme ihtimalinden dolayı onlardan bin kat daha endişelidir. Onların yardım eli uzatmalarına gelince, bundan nefret ettiği kadar hiçbir şeyden nefret etmiyordur. Tek dilediği unutulmaktır ve bu açıdan şanslıdır – çoğunlukla istediğini alır.

Kimse, diğer her türlü olayda olanın aksine, Zaman denilen o muhteşem homeopatik8 yaşlı doktorun yardımıyla beş parasız olmaya alışmaz. Eski toprak ile çaylak arasındaki farkı; yani yıllarca yaşadığı değişimler, mücadeleler ve olaylarla pişmiş eski toprak ile sefaletini saklamaya çalışan ve sürekli bulunacağı korkusuyla yaşayan zavallı acemi arasındaki farkı, tek bakışta anlayabilirsin. Hiçbir şey bu farkı, bu iki adamın saatlerini tefeciye veriş biçimlerinden daha iyi ortaya koymaz. Ne demiş şair: “Bir şeyi tefeciye verirken hissedilen hafiflik sanattan gelir, şanstan değil”. Bu iki adamdan biri, “Amca’nın Yeri”ne, tıpkı terzisine giderken büründüğü soğukkanlılıkla, hatta daha fazlasıyla girer. Asistan kibardır ve yan taraftaki bayanın büyük öfkesini göze alarak bir an önce onunla ilgilenir ki o bayan yine de kendisi yerine ilgilenilen müşteri “sıradan” biriyse durumu sıkıntı etmez. İşlemin keyifli ve profesyonel bir şekilde gerçekleştirilmesi nedeniyle, büyük bir satın alma durumunun söz konusu olduğu düşünülebilir. Ancak bir adam ilk tefeciliğinden ne kadar kazanabilir ki? İlk sorusunu “tefeciye veren” bir çocuk, onunla kıyaslandığında güven timsalidir. O kişi, mahalledeki bütün kaldırım mühendislerinin dikkatini çekmeyi başarana kadar dükkanın dışında dolaşır ve artık devriye gezen polislerin zihninde büyük şüphe uyandırmıştır. Camların muhtevasını dikkatlice inceledikten sonra (ki bunu etraftakilerde bir elmas bilezik veya benzeri bir şey alacağı hissini uyandırmak amacıyla yapar), nihayet içeri girer (ki bunu da sanki şişkinler çetesinin bir üyesiymiş gibi umursamaz bir kasıntıyla yapar). İçeri girdiğindeyse hiçbir şekilde duyulmamak istercesine alçak bir ses tonuyla konuşur ve hepsini tekrar söylemek zorunda kalır. “Bir arkadaşıyla” ilgili sohbeti esnasında sıra “ödünç vermek” sözcüklerine gelince kendisine bir an önce sağ taraftaki adliye binasına gitmesi ve köşeyi döndükten sonra ilk kapıya girmesi söylenir. Dükkandan, üzerinde kolayca sigara yakabileceğiniz bir suratla ve muhitin tüm sakinlerinin kendisini izlediği hissiyle çıkar. Söz konusu yere geldiğindeyse adını ve adresini unutmuştur ve umutsuz bir embesillik vakası olmuş çıkmıştır. Ciddi bir ses tonuyla “o şeye” nasıl sahip olduğu sorulduğunda kekeler ve kendisiyle çelişir. Tam da o gün onu çaldığını itiraf etmemesi bir mucizedir. Orada, öyle bir şeyle ilgilenmediklerini, bir an önce oradan ayrılmasının kendisi için hayırlı olacağını belirtirler ve o da söylenileni yapar; beş kilometre ötede kendine geldiği ana kadar hiçbir şeyi hatırlamaz ve oraya nasıl geldiğine dair en ufak bir fikri de yoktur.

На страницу:
2 из 3