bannerbannerbanner
Doksan Üç
Doksan Üç

Полная версия

Doksan Üç

текст

0

0
Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
1 из 7

Victor Hugo

Doksan Üç

Victor Hugo, 26 Şubat 1802’de Fransa’nın Besançon kentinde Joseph Leopold Sigisbert Hugo ve Sophie Trebuchet’nin oğlu olarak dünyaya geldi. O ve iki ağabeyi, Abel ve Eugène, anneleriyle Fransa’nın Paris kentinde yaşarken, bir general ve İtalyan eyaleti Avellino valisi olan babaları ise İtalya’da yaşıyordu. Hugo’nun annesinin, Fransız hükûmetinin düşmanı olan General Victor Fanneau Lahorie ile özel bir dostluğu vardı. Evlerinde saklanmasına izin verdi. Bu sırada ise ailenin erkekleri için öğretmenlik yaptı. Çocuklar babalarını görmek için sık sık seyahat ediyordu. Bu seyahatler çocukların eğitimlerinde kesintilere neden oluyordu. Küçük bir çocuk olan Hugo şiir yazmaya özel bir ilgi duyuyordu. On iki yaşındayken Victor ve erkek kardeşleri Pension Cordier’de bulunan bir okula gönderildi. Orada farklı ekolleri inceleme fırsatı buldular ve boş zamanlarını şiir ve oyun yazarak geçirdiler.

Victor on beş yaşındayken Académie Française tarafından düzenlenen şiir yarışmasını kazandı ve ertesi yıl da Académie des Jeux Florauxun yarışmasında yine birinci oldu. Şair olarak ünü hayatının erken dönemlerinde gelişti.

1822’de Hugo annesinin vefatıyla sarsıldı. Bundan bir buçuk yıl sonra ise çocukluk aşkı Adéle Foucher ile evlendi. Çiftin dört çocuğu oldu. Paris’teki apartmanları, Romantik akımının hırslı yazarlarının buluşma yeri hâline geldi. 1822’de Hugo da ilk imzalı kitabını yayımladı.

1824’te Hugo’nun birkaç arkadaşı Muse Française adlı bir grup kurdu. Hepsi neoklasizmden (Mantıklı, açık ve düzenli yazıya değer verilen antik Yunan ve Roma stillerine dayanan bir yazı stili.) sıyrılmaya çalışan genç yazarlardı. 1826’da Hugo, neoklasizmi reddeden bir kitap yayımladı.

1826 ve 1827 yılları, Hugo ve onun şiirinin destekçisi olan bir grup genç romantiklere verilen isim olan Cénacle için başarılı yıllardı. Ona “şairlerin prensi” demişlerdi. Arkadaşlarının desteği ve tavsiyeleri ile Hugo, romantizmin temellerini attı. Bu inançla, Ekim 1827’de yayımlanmayan oyununa Cromwell’in ön sözünde yer verildi. İncil, Homeros ve William Shakespeare onun benimsediği yeni edebiyat akımının ilham kaynakları oldu.

1831’de Hugo, Amerika Birleşik Devletleri’nde en çok tanınan eseri, Notre Dame’ın Kamburu romanını yayımladı. Bunda, Notre Dame Katedrali’ni ve karakterlerini yaratarak geç Orta Çağ’ın gerçek ruhunu aktarmayı hedefledi. 1831’de Hugo, en güzel şiir koleksiyonlarından biri olan Les Feuilles d’automne’yi yayımladı. Hugo bir kez daha özel konular hakkında yazdı. Hugo’yu depresyona sokan sadece yaşlanıyor olması değildi. Şairin muazzam bencilliğinden ve çocuklarından bıkmış karısı da Hugo’yu oldukça yıpratıyordu.

Hugo, karısının onu reddetmesinden kaynaklanan yalnızlığı nedeniyle, genç oyuncu ve aynı zamanda bir hayat kadını olan Juliette Drouet’ye âşık oldu. Onu kurtarmayı kendine görev bildi. Borçlarını ödedi ve tüm hayatını tamamen ona odaklanmış olarak geçirmeye çalıştı.

Temmuz monarşisinin gelişiyle, Hugo zengin ve ünlü oldu, on beş yıl boyunca Fransa’nın resmî şairi sayıldı. Bu dönemde, üç oyun da dâhil olmak üzere çok çeşitli yeni eserler ortaya koydu.

Önceleri kralcı düşünceyi destekleyen Hugo, Fransa’daki 1848 Devrimi’nin çektiği olaylar sırasında Katolik kralcı yanlısı eğitime başkaldırıp cumhuriyetçiliği ve özgür düşünceyi desteklemeye başladı.

1870’te Paris’e döndüğünde Hugo halk tarafından ulusal bir kahraman olarak selamlandı. Popülaritesine rağmen 1872’de Ulusal Meclise giremedi. Kısa bir zaman zarfı içerisinde hafif bir felç geçirdi, kızı Adèle akıl hastanesine kapatıldı ve iki oğlu öldü. Karısı Adèle de 1868’de ölmüştü. Victor Hugo 22 Mayıs 1885’te seksen üç yaşındayken zatürreden öldü. Ülkeye bir yas havası hâkim oldu. O sadece saygı duyulan önemli bir edebî figür değil, aynı zamanda Fransa’da üçüncü cumhuriyete ve demokrasiye yön veren bir devlet adamıydı. Gömüleceği Panthéon’a kadar götürüldüğü Paris’teki cenaze törenine iki milyondan fazla insan katıldı.

Hugo, Panthéon’da Alexandre Dumas ve Émile Zola gibi önemli yazarlarla aynı yerde yatıyor. Fransa’da pek çok büyük yere onun adı verildi.

Sema Nur Yaprak, Gaziantep’te doğdu. Ankara TED Üniversitesi Psikoloji lisans eğitimine devam ediyor. 2020-2021 senesi için Üniversite Fotoğrafçılık Topluluğunun başkanlığına seçildi. Lisans eğitiminin yanında Dünya Vatandaşlığı alanında da yan dal yapmaktadır. Çeşitli derneklerde çevirmenlik ve eğitim alanında aktif gönüllü desteğinde bulundu. Serbest olarak içerik üreticiliği ve yazarlık yaptı. Bunun yanı sıra akademik çalışmalarına devam etti. Çeşitli psikoloji araştırma gruplarının içinde yer aldı.

BİRİNCİ BÖLÜM

DENİZDE

BİRİNCİ KİTAP

SAUDRAIE ORMANI

1793 yılının Mayıs ayının son günlerinde, Santerre tarafından Bretonya’ya getirilen Paris taburlarından biri, Astillé’deki ürkütücü Saudraie Ormanı’nı keşfe çıkmıştı. Bu acımasız savaşın kırıp geçirdiği taburdan yaklaşık üç yüz kişi kalmıştı. Argonne, Jemmapes ve Valim savaşlarından sonra Paris’in altı yüz gönüllüye sahip ilk taburundan sadece yirmi yedisi, ikincisinden otuz üçü ve üçüncüsünden elli yedisinin kaldığı destansı dövüşler zamanıydı. Paris’ten Vendée’ye gönderilen tabur, dokuz yüz on iki adamdan oluşuyordu. Her taburda üç adet top vardı. Çabucak toplanmışlardı. 25 Nisan’da Bon Conseil bölümündeki Adalet Bakanı Gohier ve Savaş Bakanı Bouchotte, La Vendée’ye gönüllü taburlar göndermeyi teklif etti; rapor, Komün üyesi Lubin tarafından hazırlandı. 1 Mayıs’ta Santerre; on iki bin adam, otuz sahra topu ve bir tabur topçu göndermeye hazırdı. Bu kadar hızlı tertip olmalarıyla bu taburlar günümüzde bile örnek teşkil etmektedir. Hat alayları aynı plan üzerinde saf tutmaktadır; asker sayısı ile astsubaylar arasındaki önceki oranı ise değiştirdiler.

28 Nisan’da Paris Komünü, Santerre gönüllülerine şu emri vermişti: “Merhamet yok, acımak yok.” Mayıs sonunda Paris’i terk eden on iki bin kişiden sekiz bini ölmüştü. Saudraie ile meşgul olan tabur, kendisini korumaya aldı. Acele etmeye gerek yoktu. Her adam bir kere sağa ve sola, önüne ve arkasına baktı. Kléber, “Askerin sırtında da bir gözü vardır.” dedi. Uzun bir süredir yürüyorlardı. Saat kaç olabilir? Günün hangi vaktiydi? Söylemesi zordu çünkü bu vahşi çalılıklarda her zaman bir tür alaca karanlık vardır ve bu ormanda asla ışık olmaz. Saudraie Ormanı trajik bir ormandı. Kasım 1792‘den itibaren iç savaş suçları bu korulukta başladı; acımasız topal Mousqueton, o gizlendiği tehlikeli çalılıkların arasından çıkmıştı. Orada işlenen cinayetlerin sayısı tüyler ürperticiydi. Hiçbir yer buradan daha dehşet verici olamazdı.

Askerler ihtiyatla ilerledi. Her yer çiçek açmıştı. Askerler, yapraklarından hoş bir tazelik yayılan titrek dallarla çevrelenmişti. Güneş ışınları bu yeşil gölgelerin içine işlemişti. Ayaklarının dibinde kuzgun kılıcı, sakallı süsen, yabani nergis, kır papatyası, sıcak havaların müjdecisi bahar çiğdemi bulunuyordu ve bunların hepsi her çeşit yosunla dolu kalın bitki örtüsünü süslemiş, tırtıllarla dolu görünen bitki örtüsünü bir yıldıza benzer hâle getirmişti.

Askerler, çalı altını nazikçe iterek sessizce adım adım ilerledi. Kuşlar, süngülerin hemen üzerinde cıvıldadılar.

Saudraie, eskiden barış zamanında Houicheba’yı, yani geceleri kuş avını, takip ettikleri çalılıklardan biriydi; şimdiyse insan avlamak için bir yer hâline gelmişti.

Koru tamamen huş ağaçları, kayınlar ve meşelerden oluşuyordu; zemin düzdü, yosun ve kalın çimen, ayak seslerini kesiyordu. Hiçbir yol yoktu ya da hiçbirisi kaybolmadan bulunamazdı. Vahşi yaban eriği, keten tarağı, kayışkıran çalıları ve uzun dikenli böğürtlenler on adım uzaktaki bir adamı görmeyi imkânsız hâle getiriyordu.

Bazen bir balıkçıl ya da bir su tavuğu bir bataklığın etrafında görünerek dalların arasında uçuyordu. Askerler gelişigüzel, huzursuz ve aradıklarını bulma korkusuyla yürüdüler.

Zaman zaman yanmış yerler, ezilmiş otlar, haç şeklinde dizilmiş sopalar ya da kan sıçramış dallar gibi kamp izlerini taşıyan alanlara rast geldiler. Burada çorba yapılmış, şurada topluluk söylenmiş, ötede yaralar sarılmıştı. Ama o yoldan kim geçtiyse ortadan kaybolmuştu. Neredeydiler? Belki uzaktalar ve belki de çok yakındalar; ellerinde alaybozan tüfekleriyle saklanıyorlar. Orman ıssız görünüyordu. Tabur, önlemini iki katına çıkardı. Issızlık, güvensizliği de beraberinde getirmişti. Kimse görünmüyordu, birinden korkmak için bundan daha iyi bir neden olamazdı. Adı çıkmış ormanla baş etmek zorundaydılar.

Çavuş tarafından komuta edilen ve gözcü olarak görevlendirilmiş otuz humbaracı, ana gövdeden hatırı sayılır bir mesafede ilerlediler. Taburun kantinci kadını1 onlara eşlik etti. Kadınlar keşif koluna katılmayı sever, bir şeyler görebilme umuduyla risk alırlar. Merak, kadınsı cesareti oluşturan unsurlardan biridir.

Biraz ilerlemiş olan korucu askerler birdenbire avcı hayvanların aşina oldukları ve avcılara, avlarının inine yakın olduklarını gösteren sarsıntıyı hissettiler. Çalılığın ortasında nefes almaya benzer bir ses işittiler ve yaprakların arasındaki kargaşaya bakılırsa sanki avlarını yakalamış gibiydiler. Askerler kendi aralarında işaretleşti.

Gözetleme usulü ve keşif için gözcüler görevlendirildiğinde, subayların müdahale etmesine gerek yoktur. Yapılması gereken içgüdüsel olarak yapılır.

Bir dakikadan kısa bir süre içinde, hareketin gözlemlendiği yer, aynı anda her taraftan çalılığın karanlık merkezine nişan alınmış tüfeklerle çevrildi. Parmakları tetikte ve gözleri şüpheli noktada olan askerler, yalnızca çavuşun ateş emrini beklediler.

Bu arada kantinci kadın, çalıların altından bakmaya cesaret etti ve tam çavuş “Ateş!” diye emir vermek üzereyken, bu kadın “Dur!” diye bağırdı.

Ve askerlere dönerek, “Ateş etmeyin!” diye haykırdı ve çalılığa koştu. Ardından da erkekler koştu.

Gerçekten de orada biri vardı.

Ağaçların köklerini yakmak için kullanılan odun kömürü fırınları, ormanda küçük daire biçiminde açıklıklar yapar. Bu açıklığın birinin kenarındaki en kalın bölümü, yeşillik bir kameriye, âdeta yarı açık bir çardak gibi görünüyordu. Dalların oluşturduğu bir çukurda, emzirdiği bir çocuğu göğsünde ve uyuyan iki çocuğun güzel başları dizlerinde bir kadın yosunun üzerinde oturuyordu.

“Burada ne yapıyorsun?” diye seslendi kantinci kadın.

Kadın başını kaldırdı ve diğeri öfkeyle ekledi:

“Orada durmak için delirmiş olmalısın!”

Devam etti:

“Biraz daha kalsan atomlarına ayrılacaktın!”

Sonra askerlere seslenerek, “Bu bir kadın.” dedi.

“Evet öyle! Bu açıkça görülüyor.” diye cevapladı bir humbaracı.

Kantinci kadın devam etti:

“Katledilmek için ormana gelmiş. Bu kadar aptal birini düşünebiliyor musun?”

Afallamış ve şaşırmış kadın, sanki bir rüyadaymış gibi etrafına, tüfeklere, kılıçlara, süngülere ve vahşi yüzlere bakıyordu. Uyuyan iki çocuk uyandı ve ağlamaya başladı.

“Açım.” dedi biri.

“Korkuyorum.” dedi diğeri.

Bebek meme emmeye başladı.

Kantinci kadın seslendi.

“Konuşacak olan sizsiniz.” dedi.

Annenin korkudan dili tutulmuştu.

“Korkmayın.” diye haykırdı çavuş. “Biz Bonnet Rouge taburuyuz.”

Kadın, tepeden tırnağa titredi. Sadece kaşlarını, bıyıklarını ve iki ateş kömürü gibi gözlerini görebildiği çavuşun yüzüne baktı.

Kantinci kadın ekledi:

“Eskiden Kızıl Haç olarak bilinen tabur.”

Çavuş devam etti:

“Siz kimsiniz madam?”

Kadın ona korkuyla baktı. Zayıf, genç ve solgun kadın paçavralar içindeydi. Breton köylülerinin büyük başlığını takmış ve yün pelerini boynuna bir iple tutturmuştu. Kayıtsız bir hayvan gibi koynunu açıkta bırakmıştı. Ayakkabısız ve çorapsız ayakları kanıyordu.

“Bu bir dilenci.” dedi çavuş.

Kantinci kadın savaşçı ama yine de kadınsı, nazik sesiyle devam etti:

“Adınız nedir?”

Kadın çok az duyulabilir bir fısıltıyla kekeledi:

“Michelle Fléchard.”

Bu sırada kantinci kadın emzirilen bebeğin küçük başını, kocaman eliyle okşadı.

“Bu tıfıl kaç yaşında?” diye sordu.

Anne anlamadı. Kantinci kadın tekrarladı:

“Size onun kaç yaşında olduğunu soruyorum.”

“Ah, on sekiz aylık.” dedi anne.

“Oldukça büyük.” dedi kantinci kadın. “Artık emmemeli, sütten kesmelisin. Ona çorba veririz.”

Anne kendini daha rahat hissetmeye başlamıştı. Uyanmış olan iki küçük, korkmaktan çok duruma karşı ilgiliydiler; askerlerin tüylerine hayran kalmışlardı.

“Ah, çok açlar!” dedi anne.

“Daha fazla sütüm yok.” diye de ekledi.

“Onlara yemek vereceğiz.” diye bağırdı çavuş. “Ve size de. Ama halledilmesi gereken bir mesele daha var. Siyasi görüşünüz nedir?”

Kadın ona baktı ve cevap vermedi.

“Sorumu anladınız mı?”

Kadın fısıldadı:

“Epeyce gençken rahibe manastırına katılırdım, sonra evlendim; şu an bir rahibe değilim. Rahibeler bana Fransızca konuşmamı söyledi. Köy alevler içinde kaldı. O kadar telaş içinde kaçtık ki ayakkabılarımı giymeye bile zaman bulamadım.”

“Ben size siyasi görüşlerinizin ne olduğunu sordum.”

“Bu konuda hiçbir bilgim yok.”

Çavuş devam etti:

“Gördüğümüz yerde vuracağımız kadın casuslar var. Hadi, konuşun. Bir çingene değilsiniz, değil mi? Vatanınız neresi?”

O sanki sorulanı kavrayamıyormuş gibi hâlâ çavuşa bakıyordu.

Çavuş tekrarladı.

“Vatanınız neresi?”

“Bilmiyorum.” diye cevapladı.

“Nasıl olur? Kendi memleketinizi bilmiyor musunuz?

“Ah, benim memleketimi mi kastettiniz? Onu biliyorum.”

“Peki, memleketiniz neresi?”

Kadın cevapladı:

“Siscoignard Çiftliği, Azé’de papazın dini bölgesinde.”

Şaşırma sırası çavuştaydı. Bir süre durdu, düşüncelerde kayboldu. Sonra devam etti:

“Ne dediniz?”

“Siscoignard.”

“Buranın vatanınız olduğunu söyleyemezsiniz.”

“Burası benim memleketim.”

Ve bir dakikalık bir düşünmeden sonra ekledi,

“Sizi anlıyorum efendim. Siz Fransa’dansınız ama ben Breton-ya2’danım.”

“Yani?”

“Aynı memleket değiller.”

“Fakat ikisi de aynı vatan.” diye bağırdı çavuş.

Kadın sadece tekrarladı,

“Benim memleketim, Siscoignard.”

“Peki öyleyse Siscoignard olsun.” dedi çavuş. “Aileniz de oralı sanırım?”

“Evet!”

“Ne iş yapıyorlar?”

“Hepsi öldü. Kimim kimsem yok.”

Oldukça geveze çavuş, sorularına devam etti.

“Cehenneme kadar yolun var, herkesin akrabaları vardır ya da en azından birileri vardı! Kimsin? Konuş!”

Kadın afallamış bir şekilde dinledi. “… ya da en azından birileri vardı.” cümlesi bir beşerin konuşmasından çok vahşi bir yaratığın kükremesine benzemişti.

Kantinci kadın müdahale etmek durumundaymış gibi hissetti. Emzirdiği çocuğu sevdi ve diğer ikisinin yanaklarına hafifçe vurarak okşadı.

“Bebeğin ismi nedir? Küçük bir kız, değil mi?”

Anne cevapladı, “Georgette.”

“Peki ya en büyüğü? Erkek olduğuna göre kesin yaramaz!”

“René-Jean.”

“Küçük olanı? O da bir erkek, tombulluğu da cabası.”

“Gros-Alain.”

“Tatlı çocuklar.” dedi kantinci kadın. “Daha şimdiden adam olmuş gibiler.”

Bu sırada çavuş diretti.

“Hadi! Konuşun madam! Eviniz var mı?”

“Eskiden vardı.”

“Neredeydi?”

“Azé’de.”

“Neden evde değilsiniz?”

“Çünkü evim yandı.”

“Kim yaktı?”

“Bilmiyorum. Savaş vardı.”

“Nereden geliyorsunuz?”

“Ta oradan.”

“Nereye gidiyorsunuz?”

“Bilmiyorum.”

“Neticeye gel! Kimsiniz?”

“Bilmiyorum.”

“Kim olduğunuzu bilmiyor musunuz?”

“Kaçan insanlarız.”

“Hangi tarafa mensupsunuz?”

“Bilmiyorum.”

“Mavilere mi Beyazlara mı? Hangi tarafa?”

“Çocuklarımlayım ben.”

Çavuş bir es verdi. Kantinci kadın araya girdi.

“Benim hiç çocuğum olmadı. Hiç zamanım yoktu.”

Çavuş tekrar başladı:

“Anneniz, babanız peki? Bak madam, ailenizle ilgili gerçekleri söyleyin. Benim ismim Radoub. Çavuşum. Cherche-Midi Sokağı’nda yaşıyorum. Annem ve babam da orada yaşıyor. Ben ailemi anlattım, şimdi siz de sizinkilerden bahsedin. Anne ve babanızın nerede olduğunu bize söyleyin.”

“İsimleri Fléchard idi. Hepsi bu.”

“Evet. Fléchardlar, Fléchard’dır. Tıpkı Radoubların Radoublar olduğu gibi. Ama herkesin bir meşguliyeti vardır. Meşguliyetleri neydi? Ne iş yapıyorlardı sizin bu Fléchardlar?”

“İşçilerdi. Babamın ayakları, lordun namına yediği dayak yüzünden tutmazdı, çalışamazdı. Babam yasak bölgede bir tavşan avladı, bunun cezası ölümdü. Fakat merhametli lordumuz ‘Ona sadece yüz sopa vurun.’ dedi ve babam topal kaldı.”

“Sonra?”

“Büyükbabam Protestan cemaatindendi. Bölge rahibi onu kalyonlara sürdü. Ben o zamanlar çok gençtim.”

“Sonra?”

“Eşimin babası tuz kaçakçısıydı. Kral onu astırdı.”

“Peki kocan ne iş yapardı?”

“Dövüşürdü, o zamanlar.”

“Kim için?”

“Kral için.”

“Ondan sonra?”

“Tabii ki de lordu için.”

“Sonra?”

“Bölge rahibimiz için.”

“Tüm ucubeler için!” diye bağırdı humbaracı. Kadın korkuyla sıçradı.

Kantinci kadın dostane bir şekilde, “Görüyorsunuz madam, biz Parisliyiz.” dedi.

Kadın ellerini kenetledi ve haykırdı:

“Ulu Tanrı’m ve Yüce İsa!”

“Burada hurafelere yer yok!” diye cevabı yapıştırdı çavuş.

Kantinci kadın, diğer kadının yanına oturdu ve büyük çocuğu dizlerinin arasına çekti; çocuk çoktan kendini bırakmıştı. Çocuklar ortada bir sebep yokken çabucak korkarlar, çabucak da kendilerini güvende hissederler. İçgüdüsel algılara sahip gibiler.

“Bu memleketin perişan ama kıymetli hanımefendisi, oldukça tatlı çocuklarınız var. Yaşlarını tahmin edeyim. Büyük oğlan dört, küçük oğlan ise üç yaşında. Şu küçük veledin nasıl da emdiğine bir bak. Seni zavallı, artık anneni emmeyi bırak! Buraya geliniz madam, korkmayın. Tıpkı benim yaptığım gibi tabura katılabilirsiniz. İsmim Housarde. Bu aslında bir lakap ama annem gibi Mamzelle Bicorne-au olarak çağırılmaktansa Housarde olarak anılmayı tercih ederim. Ben bir kantinci kadınım. Erkekler şarapnellerini ateşleyip birbirlerini öldürürken, onlara içki veren kadınım ben. Şeytan ve işleri işte. Ayaklarımız aynı numara gibi. Sana ayakkabılarımdan bir çift vereceğim. 10 Ağustos’ta Paris’teyken kovboylara içki verirdim. Geldi de geçti o günler! Louis Capet diye bilinen 16. Louis’nin giyotinle idam edildiğine şahit oldum. Düşünsenize, Ocak ayının 13’ünde ailesiyle beraber kavurduğu kestanelerin tadını çıkarırdı. Giyotin makası denilen o şeye yatırıldığında ne kabanı vardı üstünde ne de ayağında ayakkabı. Üstünde sadece tişört ve kapitone bir yelek; altında ise gri kumaştan pantolon ile gri uzun çoraplar vardı. Her şeyi kendi gözlerimle gördüm. Bindiği at arabası yeşil renkteydi. Neyse ne, siz bizimle gelin. Taburda kibar delikanlılar da var. İki numaralı kantinci olursunuz siz de ve ben size işi öğretirim. Aman, çok basit zaten! Ateşlenen müfreze ve topların arasındayken bir bidon ve zille ‘Kim içki ister yavrularım?’ diye bütün bu curcunanın içinde gezeceksin. Bundan daha zor bir iş düşmez sana. Sözüme güvenin, ben hepsine içki sunarım. Hem Beyazlara hem Mavilere. Mavilerden hem de esas Mavilerden olmama rağmen hepsine aynı muamelede bulunurum. Yaralı askerler su ister. İnsanlar fikir ayrılığı nedeniyle ölür. Ölen askerler el sıkışmalı bence. Ne kadar da aptalca bir savaş! Bizimle gel, eğer öldürülürsem benim yerime geçersin. Görüyorsun çok bir albenim yok ama nazik bir kadınım ve iyi bir yoldaşım. Korkma o yüzden.”

Kantinci kadın konuşmayı bıraktığında, kadın mırıldandı:

“Komşumun ismi Marie-Jeanne idi. Hizmetçimiz de Marie-Claude.”

Tam o sırada Çavuş Radoub, humbaracıyı azarlıyordu.

“Sessizlik! Kadını korkutuyorsun. Bir centilmen hanımefendilerin önünde küfretmemeli.”

“Bu anlatılanları dürüst bir adam duysa alenen bir katliam dinliyormuş gibi dinler. Kızılderili Çinliler sanki kayınbabası lort tarafından sakat bırakılmış, büyükbabası rahip tarafından kalyonlara sürülmüş, babası kralın emriyle astırılmış. Sonra da kocası kalkmış isyanlara karışmış; kral, bölge rahibi ve lord adına çarpışmış! Daha neler!”

“Sessiz olun!” diye bağırdı çavuş, askerlere.

“Peki sessiz oluruz, çavuş.” diye devam etti humbaracı. “Ama bütün bu anlatılanlar bu güzel kadının bazı kanı bozuklar tarafından tehlikeye atıldığı ve oradan oraya koşuşturduğu gerçeğini değiştiremez ki.”

“Humbaracı!” dedi çavuş. “Kulüpte değiliz, hitabetini kendine sakla!” Ve kadına döndü, “Peki kocanız madam? Ne yapıyor, şimdi ne hâlde?”

“Hiçbir şey, öldürüldü çünkü.”

“Nerede?”

“Çitin orada.”

“Ne zaman?”

“Üç gün önce.”

“Kim öldürdü kocanı?”

“Bilmiyorum.”

“Nasıl yani, kocanı kim öldürdü bilmiyor musun?”

“Hayır.”

“Beyazlar mı yaptı bunu Maviler mi?”

“Bir kurşunla vuruldu.”

“Üç gün önce miydi?”

“Evet.”

“Ne taraftan geldiler?”

“Erneé tarafından. Kocam yığıldı kaldı. Hepsi bu.”

“Peki kocan öldürüldüğünden beri sen ne yapıyorsun?”

“Çocuklarımı götürüyorum.”

“Nereye götürüyorsun onları?”

“Neresi olursa.”

“Nerede uyuyorsunuz?”

“Yerde.”

“Ne yiyorsunuz?”

“Hiçbir şey.”

Çavuş yüzünü ekşitti, bıyıkları burnuna değiyordu.

“Hiçbir şey mi?”

“Yani, hiçbir şey sayılır. Yaban eriği, böğürtlen falan. Bir de geçen yıldan kalan dağ mersini ve filizler varsa onları.”

“Hiçbir şey derken haklıymışsınız.”

Büyük çocuk konuşulanları anlıyormuş gibi seslendi:

“Açım ben.”

Çavuş cebinden bir ekmek parçası çıkarttı ve anneye uzattı.

Anneleri ekmeği alıp ikiye böldü ve çocuklarına verdi. İştahla ekmeği ısırmaya başladılar.

“Kendisi bir parça bile almadı.” diye homurdandı çavuş.

“Çünkü karnı tok.” dedi askerin biri.

“Hayır çünkü ana yüreği.” dedi çavuş.

Çocuklar araya girdi.

“Susadım ben, su verin.” dedi biri.

“Susadım.” diye tekrarladı diğeri.

“Bu lanet ormanda bir dere de mi yok!” dedi çavuş.

Kantinci kadın belindeki zilin yanında duran bakır kadehi çıkardı. Omzundan aşağı doğru sarkan bidonun kapağını açtı. Kadehe birkaç damla doldurdu ve çocukların dudaklarına yaklaştırdı.

İlki bir yudum içti ve yüzünü buruşturdu.

İkincisi de bir yudum aldı ve tükürdü.

“Hiç yoktan iyidir.” dedi kantinci kadın.

“Çocuklara o sert içkiden mi verdin?”

“Evet, en iyilerinden hem de. Ama ne anlayacak bu köylüler.” Sonra kadehi sildi.

Çavuş devam etti:

“Evet madam, demek kaçıyorsunuz.”

“Baş edemezdim, tek çarem kaçmaktı.”

“Sürekli kaçıyor musunuz, bir parça eşya bile olmadan?”

“Önceleri var gücümle koşabildiğim kadar koşuyordum, sonra yürümeye başladım ve en sonunda da yığıldım kaldım.”

“Zavallıcık!” dedi kantinci kadın.

“Dövüşüyorlardı.” diye mırıldandı kadın. “Ateşin ortasında kaldım. Ne istiyorlar inanın bilmiyorum. Kocamı öldürdüler, tek bildiğim bu.”

Çavuş tüfeğinin dipçiğini hiddetli bir şekilde yere vurarak bağırdı:

“Bütün bu budalalar uğruna yapılan bir savaş, ne rezalet ama!”

Kadın devam etti:

“Geçen gece kör bir oyukta uyuduk.”

“Dördünüz birlikte?”

“Dördümüz birlikte.”

“Uyudunuz?”

“Uyuduk.”

“Rahat uyuyamamışsınızdır.”

Çavuş devam etti:

“Bakın yoldaşlar, bir kılıcın kını gibi daracık, ölü, eski bir ağacın oyuğunda saklanmış bu köylüler. Ama ne yapabilirlerdi? Paris’e çağrılmadılar ki.”

“Ağaç oyuğunda uyumak, hem de üç çocukla beraber!” diye bağırdı kantinci kadın.

“Peki, en küçüğü ağladığında ne oldu? Gelip geçenler bir şey görmese bile ‘anne, baba!’ diye bağıran bir ağaçta bir tuhaflık olduğunu sezmişlerdir.”

“Şanslıyız ki yaz aylarındayız.” diye iç çekti anne. Boynunu bükmüş yere bakıyordu. Yaşadığı onca musibetin şaşkınlığı gözlerine yansımıştı.

Sessiz askerler bu acıklı insanların etrafını çevrelemişti. Dul bir anne, üç yetim çocuk ve sürekli bir kaçış. Kimsesizlik ve yalnızlık; gökyüzünden başka sığınacak bir çatıları yok. Açlık ve susuzluk; ottan başka yiyecek bir yemekleri yok.

Çavuş kadının yakınına geldi ve gözlerini meme emen yavrucağa dikti. Bebek memeyi bıraktı, kafasını çevirdi ve o sevimli mavi gözleriyle çavuşun kızgın ve ürkütücü sakallı yüzüne bakarak gülümsedi.

Çavuş hemen geri çekildi. Bir damla yaş gözlerinden yanaklarına doğru süzüldü ve bir inci tanesi gibi bıyığının ucuna tutundu.

Sesini yükseltti:

“Yoldaşlar, bütün bir taburun bu yavrulara babalık yapması kanaatine vardım. Ne dersiniz bu üç yavrucağı evlat edinip onlara babalık yapmaya?”

“Yaşasın cumhuriyet!” diye haykırdı humbaracılar.

“Öyleyse anlaştık.” diye bağırdı çavuş, ellerini annenin ve çocukların üzerine doğru uzattı.

“İşte karşınızda Bonnet-Rouge3 taburunun çocukları.” dedi.

На страницу:
1 из 7