bannerbannerbanner
Sefiller II. Cilt
Sefiller II. Cilt

Полная версия

Sefiller II. Cilt

текст

0

0
Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
1 из 14

Victor Hugo

SefillerII. Cilt

Victor Hugo, 26 Şubat 1802’de Fransa’nın Besançon kentinde Joseph Leopold Sigisbert Hugo ve Sophie Trebuchet’nin oğlu olarak dünyaya geldi. O ve iki ağabeyi, Abel ve Eugène, anneleriyle Fransa’nın Paris kentinde yaşarken bir general ve Avellino Valisi olan babaları ise İtalya’da yaşıyordu. Hugo’nun annesinin, Fransız hükûmetinin düşmanı olan General Victor Fanneau Lahorie ile özel bir dostluğu vardı. Onun, evlerinde saklanmasına izin vermişti. Bu sırada o da ailenin erkekleri için öğretmenlik yaptı. Çocuklar babalarını görmek için sık sık seyahat ediyordu. Bu seyahatler onların eğitimlerinde kesintilere neden oluyordu. Küçük bir çocuk olan Hugo, şiir yazmaya özel bir ilgi duyuyordu. On iki yaşındayken Victor ve erkek kardeşleri Pension Cordier’de bulunan bir okula gönderildi. Orada farklı ekolleri inceleme fırsatı buldular, boş zamanlarını şiir ve oyun yazarak geçirdiler.

Victor on beş yaşındayken Académie Française tarafından düzenlenen şiir yarışmasını kazandı ve ertesi yıl da Académie des Jeux Floraux’un yarışmasında yine birinci oldu. Şair olarak ünü hayatının erken dönemlerinde gelişti.

1822’de Hugo, annesinin vefatıyla sarsıldı. Bundan bir buçuk yıl sonra ise çocukluk aşkı Adéle Foucher ile evlendi. Çiftin dört çocuğu oldu. Paris’teki apartmanları, romantizm akımının hırslı yazarlarının buluşma yeri hâline geldi. 1822’de Hugo da ilk imzalı kitabını yayımladı.

1824’te Hugo’nun birkaç arkadaşı Muse Française adlı bir grup kurdu. Hepsi neoklasizmden (mantıklı, açık ve düzenli yazıya değer verilen Antik Yunan ve Roma stillerine dayanan bir yazı stili) sıyrılmaya çalışan genç yazarlardı. 1826’da Hugo, neoklasizmi reddeden bir kitap yayımladı.

1826 ve 1827 yılları, Hugo ve onun şiirinin destekçisi olan bir grup genç romantiğe verilen isim olan Cénacle için başarılı yıllardı. Ona “şairlerin prensi” demişlerdi. Arkadaşlarının desteği ve tavsiyeleri ile Hugo, romantizmin temellerini attı. Bu inançla, Ekim 1827’de yayımlanmayan oyununa Cromwell’in ön sözünde yer verildi. İncil, Homeros ve William Shakespeare onun benimsediği yeni edebiyat akımının ilham kaynakları oldu.

1831’de Hugo, Amerika Birleşik Devletleri’nde en çok tanınan eseri, Notre Dame’ın Kamburu romanını yayımladı. Bunda, Notre Dame Katedrali’ni ve karakterlerini yaratarak geç Orta Çağ’ın gerçek ruhunu aktarmayı hedefledi. 1831’de Hugo, en güzel şiir koleksiyonlarından biri olan Les Feuilles d’automne’yi yayımladı. Hugo bir kez daha özel konular hakkında yazdı. Onu depresyona sokan sadece yaşlanıyor olması değildi. Şairin muazzam bencilliğinden ve çocuklarından bıkmış karısı da Hugo’yu oldukça yıpratıyordu.

Hugo, karısının onu reddetmesinden kaynaklanan yalnızlığı nedeniyle, genç oyuncu ve aynı zamanda bir hayat kadını olan Juliette Drouet’ye âşık oldu. Onu kurtarmayı kendine görev bildi. Borçlarını ödedi ve tüm hayatını tamamen ona odaklanmış olarak geçirmeye çalıştı.

Temmuz monarşisinin gelişiyle, Hugo zengin ve ünlü oldu; on beş yıl boyunca Fransa’nın resmî şairi sayıldı. Bu dönemde, üç oyun da dâhil olmak üzere çeşitli yeni eserler ortaya koydu.

Önceleri kralcı düşünceyi destekleyen Hugo, Fransa’daki 1848 Devrimi’nin başını çektiği olaylar sırasında Katolik, kral yanlısı eğitime başkaldırıp cumhuriyetçiliği ve özgür düşünceyi desteklemeye başladı.

1870’te Paris’e döndüğünde Hugo halk tarafından ulusal bir kahraman olarak selamlandı. Popülaritesine rağmen 1872’de Ulusal Meclis’e giremedi. Kısa bir zaman zarfı içerisinde hafif bir felç geçirdi, kızı Adèle akıl hastanesine kapatıldı ve iki oğlu öldü. Karısı Adèle de 1868’de ölmüştü. Victor Hugo, 22 Mayıs 1885’te seksen üç yaşındayken zatürreden öldü. Ülkeye bir yas havası hâkim oldu. O sadece saygı duyulan önemli bir edebî figür değil, aynı zamanda Fransa’da üçüncü cumhuriyete ve demokrasiye yön veren bir devlet adamıydı. Gömüleceği Panthéon’a kadar götürüldüğü Paris’teki cenaze törenine iki milyondan fazla insan katıldı.

Hugo, Panthéon’da Alexandre Dumas ve Émile Zola gibi önemli yazarlarla aynı yerde yatıyor. Fransa’da önemli olan pek çok yere onun adı verildi.

Meral Harzem, 1975’te Balıkesir’de doğdu. 1982-1995 yılları arasında Almanya’da yaşadı ve eğitimine burada devam etti. Geilenkirchen, Höhere Handelsschule (Ticaret Yüksekokulu), İktisat bölümünden mezun oldu. Çeşitli firmaların ithalat ve ihracat departmanlarında çalıştı. 2010 yılından bu yana kitap çevirileri yapıyor.

Türkçeye kazandırdığı eserlerden bazıları, Amok Koşucusu, Mecburiyet, Yakıcı Sır (S. Zweig), Babaya Mektup (F. Kafka), Ay’a Yolculuk (J. Verne), Yahudi Devleti (T. Herzl), Ah Virginia (M. Kumpfmüller), Çıkmaz (C. Hau).

ÖN SÖZ

Toplum tarafından ilan edilen, dünya medeniyetinin ortasında yapay cehennemler yaratan ve ilahi kadere insan yazgısı unsurunu ekleyen, hukuka, örf ve âdetlere göre durumları lanetleme kararlarının alınması var olduğu sürece; yüzyılın üç büyük sorunu olan, yoksulluk neticesinde erkekliğin yozlaşması, kadınların açlıktan düşkünlüğe uğraması, çocukların cehalet yüzünden gelişememelerine dair sorunlar çözülmediği sürece; dünyanın herhangi bir yerinde sosyal olarak boğulma mümkün olduğu sürece; başka bir deyişle, dünyada cehalet ve sefalet var olduğu sürece, elinizde tuttuğunuz Sefiller gibi eserlerin büsbütün faydasız olabileceği düşünülemez.

HAUTEVILLE EVİ, 1862

MARIUS II

Yedinci Kitap

Patron Minette

I

Madenler ve Madenciler

İnsan topluluklarının hepsinde, tiyatro diline göre, üçüncü alt kat adıyla anılan bir yer bulunmaktadır. Toplumsal zemin her yerde, bazen iyilik bazen kötülük için baltalanır. Bu eserler birbiri üzerine bindirilmiştir. Üstün ve düşük mayınlar vardır. Medeniyetin altında zaman zaman yol açan, kayıtsızlığımızın ve gafletimizin ayaklar altında çiğnendiği bu silik alt toprağın bir tepesi bir de dibi vardır. Ansiklopedi, geçen yüzyılda âdeta göğe açılan bir madendi. Gölgeler, ilkel Hristiyanlığın o kasvetli kuluçkaları, yalnızca Sezarların altında bir patlama meydana getirmek ve insan ırkını ışıkla doldurmak için bir fırsat bekler. Çünkü kutsal gölgelerde gizli ışık yatar. Volkanlar, parıldayan bir gölgeyle doludur. Her form gece olmakla başlar. İlk ayinin söylendiği yer altı mezarları, yalnız Roma’nın mahzeni değil; dünyanın tonozlarıdır.

O karmaşık yapı harikası olan toplumsal yapının altında her türden kazı: Dinî maden, felsefi maden, ekonomik maden, devrimci maden vardır. Kazma darbeleri bazen düşünceyle bazen sayılarla bazen de öfkeyle indirilir. İnsanlar bir yer altı mezarlığından diğerine selam verir ve bilgi alışverişinde bulunurlar. Ütopyalar yer altındaki bu kanallarda seyahat eder, orada her yöne dağılırlar. Bazen orada buluşur ve yârenlik ederler. Jean-Jacques, kendisine fenerini ödünç veren Diyojen’e kazmasını uzatır. Bazen orada savaşa girerler. Calvin, Sozzini’yi saçından yakalar ama hiçbir şey, tüm bu enerjilerin hedefe yönelik gerilimini ne durdurabilir ne de kesintiye uğratabilir: Bu karanlıklarda gidip gelen, tırmanan, alçalan ve yeniden tırmanan; muazzam bilinmeyen kaynaşmanın yavaş yavaş yukarıyı aşağıya, dışı içe dönüştüren tüm bu enerjilerin gerilimini. Yüzeyini bozulmadan bırakan ve içini değiştiren bu kazıdan toplum pek şüphelenmez. Farklı işler ve çıkarmalar olduğu kadar farklı yer altı aşamaları da vardır. Bu derin kazılardan ne çıkar peki? Gelecek.

İnsan ne kadar derine inerse emekçiler o kadar gizemli olur. İş, sosyal felsefelerin kabul edebileceği bir dereceye kadar iyidir; bu derecenin ötesinde şüpheli ve karışıktır; aşağılar ise korkunç olur. Belli bir derinlikte kazılar artık medeniyet ruhu tarafından geçilemez, insanın nefes alabileceği sınır aşılmıştır; canavarların başlangıcı mümkündür. Azalan ölçek tuhaftır ve bu merdivenin basamaklarının her biri, felsefenin dayanak bulabileceği ve bazen ilahi bazen şekilsiz, bu işçilerden biriyle karşılaşıldığı aşamaya tekabül eder. John Huss’un altında Luther, Luther’in altında Descartes vardır; Descartes’ın altında Voltaire, Voltaire’in altında Condorcet; Condorcet’nin altında Robespierre, Robespierre’in altında Marat; Marat’nın altında Babeuf vardır ve böylece devam edip gider. Aşağıda, belirsiz olanı görünmezden ayıran sınırda, kafa karışıklığı içinde, belki de henüz var olmayan başka kasvetli adamlar algılanır. Dünün adamları hayaletlerdir, yarınınkiler ise larva hâlindedir. Ruhun gözü onları ayırt eder ama belli belirsiz. Geleceğin embriyo hâlindeki çalışması, felsefenin vizyonlarından biridir.

Arafta, cenin durumunda bir dünya, ne duyulmamış bir hayalet! Saint-Simon, Owen, Fourier, yan galerilerde de onlar vardır. Elbette kendilerinin bilmedikleri ilahi ve görünmez bir zincir, neredeyse her zaman kendilerini izole olarak gören ve öyle olmayan tüm bu yer altı öncülerini birbirine bağlar, işleri büyük ölçüde değişir ve bazılarının ışığı diğerlerinin aleviyle tezat oluşturur. İlki cennete dair, sonuncusu ise trajiktir. Bununla birlikte karşıtlık ne olursa olsun en yüksektekinden en aşağıdakine, en bilgeden en aptala tüm bu emekçilerin bir benzerliği vardır: Çıkarsızlık. Marat kendini İsa gibi unutur. Kendilerini bir kenara atar, ihmal eder ve düşünmezler. Bir bakışları vardır ve o bakış mutlak olanı arar. İlkinin gözünde bütün gökler vardır; sonuncusu, esrarengiz olsa da göz kapaklarının altında hâlâ sonsuzun soluk ışığı bulunur. Kim olursa olsun, bu işarete sahip olan adama saygı gösterin. Gölgeli göz diğer işarettir. Onunla birlikte kötülük başlar. Hiç bakmayan birinin huzurunda düşünün ve titreyin. Toplumsal düzenin kapkara madencileri, derinliğin gömülmekle eş değer olduğu ve ışığın söndüğü bir nokta vardır. Az önce sözünü ettiğimiz tüm bu madenlerin ardında, tüm bu galerilerin altında; tüm bu muazzam yer altı, damarlı ilerleme ve ütopya sisteminin altında; yeryüzünde çok daha ileride; Marat’dan çok daha aşağı, Babeuf’ten çok daha aşağı ve üst katlarla herhangi bir bağlantısı olmayan son bir maden vardır. Müthiş bir noktadır bu. Alttan üçüncü kat olarak adlandırdığımız şey budur. Gölgelerin mezarı, körlerin mahzenidir. Uçurumları gören bir mahzendir orası.

II

En Düşük Derinlikler

Burada bütün ön yargılar kaybolmuştur. Burada belirsiz bir hâlde şeytanın biçimlendiğini görürsünüz. Herkes kendi çıkarı için savaşır. Bu uçurum, toplumsal döküntülerin toplandığı yerdir. Burada dolanan yabani gölgelerin, karmaşık hayaletleri andıran alçak yaratıkların; hiçbir zaman dünyevi gelişimle ilgilenmedikleri için tek istedikleri, bireyin aşağılanmasıdır. Bunlar iki ananın çocukları gibidir: Biri cehalet, diğeri yoksulluktur. Bir de yokluk denilen kılavuzu bulurlar kendilerine. İhtiyaç duydukları tek şey, iştahlarını bastırmaktır. Bunlar zalim ve yırtıcıdır. Fakat zorbalar gibi değil, kaplanlar gibi; yoksulluk yüzünden cinayet işleyen fareler gibidir. Bir önceki bölümde, dördüncü kitapta bu kuyuların üst katlarından söz etmiş; siyasi, politik ve felsefi kuyuları incelemiştik. O bölümlerde her şey asil, onurlu ve namusludur. Belki o bölümlerdekiler de kanabilir ama kahramanlığa değinen bu hata yine de iyidir, burada gerçekleşen işlem aslında “gelişim”dir.

Artık korkunç derinliklerden söz etmenin vakti geldi. Cehalet ortadan kaldırılıncaya kadar toplumda bu fenalık mağarası hep olacaktır, şimdi oraya bakmanın zamanı gelmiştir. Bu mağara en alt bölümlerin bile altında olduğundan hepsinin bütün olarak düşmanıdır. Orada tek bir duygu vardır: Kin. Bu mağarada hiçbir filozof yaşamamış, hiçbir kitap açılmamıştır. İnsanlık düşmanlarının yaşadığı bu yer altı, sadece toplumsal değerleri yıkmakla kalmaz; felsefeyi de ayakları altına alır, bilimle alay eder, insanoğlunun düşüncesine değer vermez, Tanrı’ya inanmaz, medeniyet ve devrimlerin çökmesi için elinden gelen hinliği yapar. Burada yaşayanların hepsi hırsızlık, cinayet, suçtan başka şey bilmez; karanlık dehlizlerin üstünü cehaletle örterler. İyimser görüşe sahip olanların tek hedefi ise bu yer altını yok etmektir. Bunun için de onunla savaşmak gerekir, onu yıkmak cinayeti de ortadan kaldırmak için atılacak ilk adımdır. Kısaca belirtmek gerekirse tek toplumsal tehlike karanlıktır. İnsanlık demek, karakter demektir. İnsanoğlu hep aynı mayadan yoğrulmuştur. İnsan dünyaya geldiğinde bir başkasından farkı yoktur; aynı et, aynı ten ve sonra aynı kül. Bununla birlikte, kişinin mayasına katılan cehalet onların iyiliğini gölgeler. Bu tedavi edilemez karanlık, bir insanın içini ele geçirir ve orada kötülüğe dönüşür.

III

Babet, Gueulemer, Claquesous ve Montparnasse

Bir eşkıya dörtlüsü olarak Claquesous, Gueulemer, Babet ve Montparnasse; 1830’dan 1835’e kadar Paris’in üçüncü alt katını yönetmişti. Gueulemer, konumu belli olmayan bir Herkül’dü. İn olarak Arche-Marion’un lağımını seçmişti. 1.80 boyundaydı; göğüs kasları mermerden, pazıları bakırdan, nefesi bir mağaranın boşluğundan, gövdesi bir dev, başı kuş kadar olan bir adamdı. İnsanlar onu gördüğünde yünlü pantolon ve pamuklu kadife bir yelek giymiş Farnese Herkülü’nü gördüğünü sanırdı. Heykel gibi güçlü bir yapıya sahip olan Gueulemer, canavarları bile yok edebilecek güçte biriydi. Alnı düşük, şakakları geniş, kırk yaşından küçük ama büyük ayaklı, sert, kısa saçlı, gür sakallı, iri kıyım bir hayduttu. Kasları çalışmayı gerektiriyordu ancak o gücünü çok farklı yerde kullanmayı tercih etmiş, üstünlüklerini kötülükten yana kullanmıştı. Soğukkanlılığı sayesinde bir suikastçıydı. 1815’li yıllarda Avignon’da hamallık etmiş, sonrasında işi soygunculuğa taşımış, bu aşamadan sonra kabadayı olmuştu.

Babet’nin şeffaflığı, Gueulemer’in kabalığıyla tezat oluşturuyordu. Babet zayıf ve eğitimliydi. Şeffaftı ama aşılmazdı. Gün ışığı kemiklerinin arasından görünüyor ama gözlerinden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Kimyager olduğunu söyler, tüm esnafın işini bir çırpıda çözerdi. Saint-Mihiel’de vodvil oynamıştı. Gülümsemelerinin altını çizen ve jestlerini vurgulayan iyi bir konuşmacı, amaçları olan bir adamdı. Mesleği, açık havada alçı büstleri ve devlet başkanlarının portrelerini satmaktı. Buna ek olarak dişçilik yapardı. Sergilerde standı ve üzerinde şöyle yazan posterleri olurdu: Akademi Üyesi Diş Sanatçısı Babet; metaller ve metaloitler üzerinde fiziksel deneyler yapar, dişleri çeker, insanların ağızlarına bakım yapar. Fiyat: Bir diş, bir frank elli santim; iki diş, iki frank; üç diş, iki frank elli santim. Bu fırsatı iyi değerlendirin.

Bu fırsattan yararlanmak şu anlama geliyordu: Mümkün olduğu kadar çok diş çektirmek. Evliydi ve çocukları vardı ancak karısına ve çocuklarına ne olduğunu bilmiyordu. Mendilini kaybeder gibi onları da kaybetmişti. Babet, ait olduğu dünyada çarpıcı bir istisna olarak her zaman gazete okurdu. Bir gün, ailesiyle birlikte tekerlekli çardağındayken yıllar önce gazetede bir kadının dana başlı bir çocuk doğurduğunu okumuş ve şöyle bağırmıştı: “Ah Tanrı’m, ne talihli insanlar var! Keşke benim karım da böyle bir çocuk doğursaydı!..” Daha sonra “Paris’te yolunu bulmak” için her şeyi terk etmişti. Bu, onun ifadesiydi.

Peki, Claquesous kimdi? O tam anlamıyla geceydi. Kendini göstermeden önce gökyüzünün siyaha bulanmasını beklerdi. Akşam karanlığında, gün doğmadan geri döndüğü deliğinden çıkardı. Peki, bu delik neredeydi? Kimse bilmiyordu. Suç ortaklarına yalnızca en karanlıkta ve arkası onlara dönük olarak hitap ederdi. Adı Claquesous muydu? Kesinlikle değil. Bir mum getirilirse bir maske takardı. O bir vantriloktu. Babet şöyle derdi: “Claquesous iki ses için bir gecedir.” Claquesous belirsiz, korkunç biriydi ve bir gezgindi. Claquesous soyadı olduğundan kimse onun bir adı olup olmadığından emin değildi, midesi sesinden daha sık konuştuğu için kimse sesinin olduğundan da emin değildi, maskesi olmadan asla görülmediği için kimse onun bir yüzü olduğundan da emin değildi. Sanki bir anda ortadan kaybolmuş gibi yok olur, göründüğünde sanki topraktan fırlamış gibi ortaya çıkardı.

Diğer bir zavallı varlık ise Montparnasse’dı. Montparnasse bir çocuk gibiydi; yirmi yaşından küçük, yakışıklı bir yüzü, kiraz gibi dudakları, sevimli siyah saçları, gözlerinde baharın parlak ışığıyla tüm kusurlara ve suçlara talip olan bir sefildi. Kötülüğün hazmı, onda daha kötüsüne karşı bir iştah uyandırırdı. Sokak çocuğu yankesici oldu; yankesici, yol kesen bir haydut. Kibar, kadınsı, zarif, sağlam, uyuşuk, vahşi, tüm bu özellikleri üzerinde barındırırdı. Şapkasının kenarı, 1829 stilinde bir tutam saça yer açmak için sol tarafa kıvrılmıştı. Soygunla ve şiddetle iç içe yaşıyordu. Paltosu en iyi kesimdendi ama eski püsküydü. Montparnasse, sefalet içinde bir moda ikonuydu ve cinayetlere heves eden birisiydi. Bütün bu gençlerin suçlarının nedeni, iyi giyimli olma arzusuydu. Ona “Yakışıklısın!” diyen ilk kadın, yüreğine karanlığın lekesini atmış olur ve bu Habil’den bir Kabil yaratırdı. Yakışıklı olduğunu anlayınca zarif olmayı arzulardı, aslında zarafetin doruk noktası tembellikti. Fakir bir adamda aylaklık suç demektir. Montparnasse’den korkmayan tek bir gezgin dahi yoktu. On sekiz yaşında, arkasında çoktan bir sürü ceset bırakmış bir katildi. Yoldan geçen birden fazla kişi, yüzü kanlar içinde bu zavallının karşısında kolları açık hâlde yatmış ve ölüp gitmişti. Kıvrık saçlar, ince bir bel, bir kadının kalçaları, bir Prusyalı subayın büstü, onu çevreleyen bulvar kızlarından hayranlık mırıltısı, ustaca bağlanmış bir kravat, cebinde bir sopa, iliğinde bir çiçek; mezarın züppesi işte böyle biriydi.

IV

Birliğin Kompozisyonu

Bu dört adam, dört hırsızdan çok daha öte şeylerdi ve sürekli olarak birbirlerine yardımcı oldukları için asla polise yakalanmayan canavarlardı. O yılların en başarılı polisi olan Vidocq’un bile yakalamayı başaramadığı, oldukça entrikalı suç şebekesi hâline gelmişler, ele avuca sığmayan bir suç şebekesi kurmuşlardı. Bunlara dört soyguncu demek az gelirdi, birbirleri için gizli bölmeleri ve sığınakları olan yerleri ayarlar, maskeli bir baloda takma burnunu kaldırır gibi kişiliklerini soyar; bazen meseleleri tek bir kişiden oluşacak kadar basitleştirir bazen de öyle bir noktaya kadar çoğalırlardı ki Coco-Latour’un kendisi, onları bir bütün olarak ele geçirmek zorunda olduğunu düşünürdü. Kötülüğün vücut bulmuş hâli, çok düzenli çalışan bir haydut topluluğuydu. Paris’te şebekelerini sağlam yaymışlardı; şehir civarında hatta taşrada bile suç ortakları bulunuyor, her zaman karanlıkta gizleniyorlardı. Paris’te bir cinayet işleneceği zaman hemen kokuyu alırlar, suç ortaklarından bazılarını kiralık katil olarak yollarlardı. Sonuçları ve ilişkilerinin altında yatan ağ sayesinde Babet, Gueulemer, Claquesous ve Montparnasse; Seine bölümünün her anlamda sağlam bir suç şebekesiydi. Bu nitelikteki fikirlerin mucitleri, gece hayal gücü olan insanlar, fikirlerini hayata geçirmek için onlara başvururlardı. Dört serseri için tuvali döşer ve ikincisi sahnenin hazırlanmasını üstlenirdi. Sahne ayarında hepsi emek verirdi. Her zaman omuzun kaldırılmasını gerektiren ve yeterince kazançlı olan tüm suçlara orantılı ve uygun bir kuvvet verecek durumdalardı. Bir suçlu silah arayışında olduğunda suç ortaklarına izin vermezlerdi. Tüm yeraltı trajedilerinin düzeninde gölgelerin aktörlerinden oluşan bir topluluk ayarlamışlardı, gerekli her şeyi bu topluluk üzerinden düzenlerlerdi. Yeraltına uygun çeşitli adamları hep karanlıklardaydı. Planlarını on iki saat boyunca Salpêtrière Mahallesi civarında geceleri toplanarak karanlıkta yaparlardı. “Patron-Minette” yeraltı dolaşımında bu dört adamın birliğine verilen isimdi. Gün geçtikçe ortadan kaybolan fantastik, eski, popüler dilde “Patron-Minette” sabah anlamına gelir; ayrıca köpek ile kurt arasındaki farkın anlaşılamadığı saatleri ifade ederdi. Bu isim, Patron-Minette, muhtemelen işlerinin bittiği saatten türetilmişti; şafak, hayaletler ve haydutların ayrılması için yok olma anı, onların ortaya çıkma zamanlarıydı. Bu dört adam bu isim altında anılıyordu. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı, Lacenaire’i hapishanesinde ziyaret ettiğinde ve onu inkâr ettiği bir suçla ilgili olarak sorguladığında, “Bunu kim yaptı?” diye sormuştu. Lacenaire, hukukçular açısından esrarengiz ama polis için net olan bu yanıtı verdi: “Belki de Patron-Minette.” Patron-Minette’in başlıca üyelerinin yanıtladığı unvanlar buradadır çünkü bu isimler özel olarak insanların hafızasında yer etmiştir: Bahar çiçeği, Brujon, Laveuve, Finistere, Homere-Hogu, zenci, Salı Akşamı, Aceleci, Çiçekçi Kız, Şanlı Mahkûm, Mösyö Dupont, Ardıç Kuşu, Güney Meydanı, Karmanyolacı, Garabet, Dantelci, Ayakları Yukarıda, İki Milyar vs., vs…

Bazılarını geçiyoruz, en kötülerini sizler için sıralamaya çalıştık. Bu isimlere yüzlercesini ekleyebilirsiniz. Sadece varlıkları değil, türleri ifade ederlerdi. Bu isimlerin her biri, medeniyetin altından gelen çeşitli biçimsiz mantarlara karşılık gelirdi. Yüzleriyle pek de savurgan olmayan bu varlıklar, sokaktan geçerken görülen adamlar arasından değillerdi. Geçirdikleri vahşi gecelerden bıkmış olarak, gündüzleri uyumak için bazen kireç fırınlarında bazen Montmatre ya da Montrouge’un terk edilmiş taş ocaklarında bazen de lağımlarda uyumaya gidiyorlardı. Bu adamlara ne oldu? Hâlâ varlar. Onlar her zaman var olmuşlardır. Horace onlardan şöyle bahseder: Ambubaiarum collegia, pharmacopolde, mendici, mimde1 ve toplum olduğu gibi kaldığı sürece, oldukları gibi kalacaklardır. Mağaralarının karanlık çatısının altında, sürekli olarak toplumsal akıntıdan yeniden doğacaklardır. Hayaletler gibi geri dönecekler ama her zaman aynı kalacaklardır, sadece artık aynı isimleri taşımayacak ve artık aynı görünümde olmayacaklardır. Bireyler yok edilebilir ancak iyilik ve kötülük, suç ve adalet dünya var olduğu sürece hep olacaktır. Ceplerdeki cüzdanların, anahtarlıklardaki saatlerin kokusunu alırlar. Altın ve gümüşün onlar için bir kokusu hep olacaktır. “Çalınabilir” bir havaları olduğu söylenebilecek saf burjuvalar vardır. Bu adamlar sabırla bu burjuvaların peşinden gideceklerdir. Bir yabancının veya taşradan bir adamın geçişinde bir örümceğin titremesini yaşarlar. Bu adamlar, gece yarısına doğru ıssız bir bulvarda karşılaşıldığında veya onlara bir göz atıldığında korkunçtur. İnsan değil, canlı sislerden oluşan formlar gibi görünürler; alışılmış bir şekilde gölgelerle tek bir kütle oluşturduklarını, onlardan hiçbir şekilde farklı olmadıklarını, karanlıktan başka bir ruha sahip olmadıklarını ve bunun yalnızca geçici ve birkaç dakika yaşamak amacıyla olduğunu söyleyebiliriz. Bu hayaletlerin ortadan kaybolması için ne gereklidir peki? Işık. Tek bir yarasa dahi şafağa direnemez. Toplumu aşağıdan aydınlatmak işte bu yüzden gereklidir.

Sekizinci Kitap

Şeytani Yoksullar

I

Marius, Boneli Bir Kızı Ararken Kasketli Bir Adamla Karşılaşır

Yaz bitti, güz geldi, daha sonra kış gelip dayandı. Ne Mösyö Leblanc ne de genç kız bir daha Lüksemburg Bahçesi’nde göründüler. Marius’ün tek bir düşüncesi vardı, o da taparcasına âşık olduğu o kızın hoş yüzünü bir daha görebilmek. Sürekli, her yerde onu arıyor ama bir türlü bulamıyordu. Artık eski Marius’ten eser kalmamıştı. Ne coşkulu tavırları ne kuvvetli iradesi ne o gençliğin verdiği ateşlilik ne gururu ne alın yazısına kafa tutan sertliği ne de gelecek günleri düşünen kafası, projeleri, fikirleri, idealleri, isteklerinden eser kalmıştı. Kaybolmuş zavallı bir varlıktan farksızdı. Karanlık bir üzüntünün içine düşmüştü. Ne çalışmaktan ne de gezintiden hoşlanıyordu. Birincisi bu durum canını sıkıyor, ikincisi artık bunları yapmaktan yoruluyordu. Eskiden onun için değerli olan aydınlıklar, sesler, öğütler, görüşler, ufuklar, bildirilerle dolu olan doğa bile anlamını kaybetmişti. Sanki her şey birden ortadan kaybolmuştu. Yaptığı tek şey düşünmekten ibaretti çünkü elinden başka türlüsü gelmiyordu. Ama düşüncelerinden eski tadı alamıyordu. Düşüncelerinin alçak sesle önüne serdiği bütün çareler ona şöyle bir bakıp “Bunlar ne işe yarar ki?” diyorlardı.

Kendi kendine bir sürü suçlamalarda bulunuyordu. Neden onun peşinden gitmişti? Onu sadece görmekten bile o kadar mutluluk duyuyordu ki… Ona bakıyordu o genç kız. Bu sınırsız bir sevinç ve mutluluk kaynağı değil miydi? Kendisini sever gibi bir hâli bile vardı. Bu yetmiyor muydu sanki? Bundan sonrasında başka ne gelebilirdi ki? “Ne budala bir insanım!” diyordu kendi kendine sürekli. Bütün bunların kendi hatası olduğuna inanıyordu. Kendisine hiçbir şeyden söz açmadı Courfeyrac çünkü genellikle hep böyle hareket ederdi zaten, bir şeylerin farkına varmaya başlamıştı. Hatta Marius’ü âşık olduğu için tebrik bile etmişti. Ama buna bir hayli de şaşırmıştı aslında, Marius’ün daha sonra böyle bir kara sevdaya düştüğünü görünce şöyle demişti: “Senin de basit bir canlı olduğunu gördüm sonunda.”

На страницу:
1 из 14